RASIH REŞAT
Kıbrıs Türk halkı 19 Ekim günü sandığa gitti; ortalamanın üstünde bir katılım ve net bir farkla Tufan Erhürman’ı KKTC Cumhurbaşkanlığına taşıdı. Normal şartlarda bu haberin tamamı bu olmalıydı. Belki bir de oy oranı eklenirdi. İngiltere’de gazetecilik yapıyor olsak, biraz “seksi” dursun diye “landslide” der, rakamlarla bile uğraşmazdık. Ama durum öyle olmadı.
Hadi bandı biraz geri saralım ve seçim gününden önceye dönelim. Ankara, seçim havası esmeye başladığı andan itibaren gönlünde yatan aslanın Ersin Tatar olduğunu açıkça belli etti. Yanlış anlaşılmasın, bunda başlı başına bir problem yok. Nasıl Avrupalı sosyalistler İngiltere seçimlerinde gidip İşçi Partisi’nin kampanyalarına katılıyorsa ya da Alman Neo-Naziler Yunanistan’daki Hrisi Avgi ile yakın ilişki kuruyorsa, Ankara’nın da sağ partilerden oluşan hükümetle yoluna devam etmek isteyen Tatar’ı desteklemesi doğaldır. Yeter ki destek, baskı veya tehdit üzerinden şekillenmesin. Gönül rahatlığıyla yazabilirim: Müdahil olundu ama müdahale edilmedi.
Seçim sürecinde Özgür Özel’in dilinden düşmeyen “Topçusu Popçusu” meselesi ise sürecin eğlenceli kısmıydı. Popçular, mitinglere renk katmak için sahneye çıkan sanatçılardı; onlara bir şey demeye gerek yok. Ama “Topçu” kısmı, Mesut Özil’in Tatar’a destek için adaya yaptığı ziyaretti. Özil, bir ortamda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı telefonla aradı, etraftakilere selam verdirtti. Erdoğan oy istedi. Ardından sosyal medya “canavarları”, Özil’in bir maç sonrası soyunma odasında, eski Alman Şansölyesi Angela Merkel’in elini sıktığı o fotoğrafı paylaşıp “Kendimi Alman hissediyorum” sözünü hatırlattılar. Zaten bu ziyaret, KKTC’de çoğunluğu oluşturan Galatasaray taraftarlarını gıcık etmeye yetti de arttı.
Son günlere yaklaşırken Cübbeli Ahmet Hoca da devreye girdi: “Kıbrıs’ta Ersin Tatar’ın kazanması için herkes dua etsin” dedi. Video kısa sürede viral oldu. Cübbeli “18 bin rey var, az ama önemli” deyince, seçim süreci tam anlamıyla Ali Taran’ın o meşhur sloganına dönüştü: “Ağzı olan konuşuyor.”
Cumhurbaşkanı Erdoğan ise hem ABD hem Katar dönüşlerinde gazetecilerin sorularını yanıtlarken KKTC seçimlerine de değindi. Hiçbir zaman “gönlümdeki aday Tatar’dır” demedi ama Türkiye’nin Kıbrıs politikasının çerçevesini net çizdi:
“Biz federal çözüm değil, iki devletli çözüm diyoruz. KKTC halkının yanındayız. Onlar seçimlerini bağımsız yargıları huzurunda yaparlar.”
Bu açıklama yüreklere su serpti. Çünkü açık konuşmak gerekirse, Türkiye Cumhuriyeti ile ilişkileri bozulan bir KKTC liderinin, seçilse bile en hafifinden zorluk yaşaması kaçınılmaz olurdu. Uluslararası alanda zaten yalnız olan KKTC’nin tek dostunun desteğinin azalması diplomatik felç anlamına gelir. O yüzden Erdoğan’ın yaklaşımı 2020 model değil, 2015 – 2010 modeldi diyebiliriz. 2020 Model, müdahale, diğer modeller ise müdahil olma diye de açıklamak lazım sanırım.
Türkiye medyasında normalde Kıbrıs, “çok satan” bir konu değildir. Bir haber toplantısına Kıbrıs haberi taşırsanız, çoğu zaman “satmaz” denilerek rafa kaldırılır. Ama bu seçim öyle olmadı; Türkiye medyası bu kez KKTC seçimlerine özel ilgi gösterdi. Ne yazık ki alışık olduğumuz “Kıbrıs arrogansı” yine sahnedeydi. “Haniymiş benim yavru vatanım, büyümüş de kendi kendine seçim mi yapıyormuş” tonuyla konuşanlar mı istersin; hayatında kumar harici Kıbrıs’a ayak basmamış meslektaşlarımın “derin Kıbrıs politikası” analizlerini mi? Ekranlar ve sütunlar bu yaklaşımlarla doluydu.
Bir kısmı, “Erhürman seçilmemeli, seçilirse Kıbrıs elden gider, hainler kazanır, Rumlarla iş tutar, bizi sırtımızdan vurur” söylemleriyle süreci değerlendirdi. Fulya Öztürk’ün KKTC’yi “şereflendirdiği” günlerde CNN Türk’te yayınlanan o meşhur altyazıları hatırlayanlar, ne demek istediğimi bilir. Diğer kısım ise tam tersi bir noktadaydı: “Erhürman seçilsin, bu AK Parti’ye sağlam bir tokat olur” refleksiyle hareket ettiler. Yazdıkları da genellikle kendi muhalif duruşlarının tatmini gibiydi. Elbette Kıbrıs’ı gerçekten bilen, yıllardır takip eden, yerel meslektaşlarıyla temas eden gazeteciler var; onları bu genellemenin dışında tutmak gerek. Ama Türkiye medyasındaki “her konuda uzman” olma sendromu, Kıbrıs söz konusu olduğunda da zirve yaptı.
Seçim gecesi geldiğinde Erhürman’ın kazanacağına dair güçlü bir beklenti vardı ama yüzde 60’a karşı yüzde 30 gibi bir farkı kimse öngörmüyordu. İlk tepki Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz’dan geldi. “İki devletli çözüm” vurgusuna devam ederek, Erhürman’ı kutladı. Özgür Özel hemen “Bizim adam kazandı” havasında bir tebrik yayınladı. Hakan Fidan, Kıbrıslı Türklerin yanında olduklarını belirtti, Erdoğan da kutlamayı hemen yaptı. Ertesi gün ise KKTC’nin yeni Cumhurbaşkanı’nı telefonla aradı.
Erhürman’ın, “Hayatımda Türkiye ile kavga etmedim, etmem de” sözü karşılık bulmuştu; iyi ilişkiler, Kıbrıs Türk halkının iradesinin, AKP’nin arzusundan farklı bir kararla kendini göstermiş olmasına rağmen devam edecekti. Herkes rahatlamıştı. Ta ki MHP Lideri Devlet Bahçeli açıklamasını patlatana kadar. “Seçim sonuçları iptal edilmeli ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Türkiye Cumhuriyeti’nin 82’nci ili olarak katılmalı” deyiverdi. Herkesin başından aşağı kaynar sular döküldü. “Erdoğan kutlarken, Bahçeli neden lanetler” sorusu herkesin kafasındaydı. Sanırım hâlâ da öyle.
Bu soruya net bir yanıt bulunmazken, Türkiye medyası, Kıbrıs’ı yeniden bir kenara bıraktı. Ama şunu söylemek mümkün: Erdoğan’ın gönlündeki aslan kazanamadı belki ama Erdoğan’ın Kıbrıs politikası kaybetmedi. Bahçeli de seçim sonuçlarının Türkiye’nin Kıbrıs politikasına olan etkisini azaltmak için ölümü gösterip sıtmaya razı etmek adına bir çıkış yaptı. Neticede, PKK meselesinin yanında, Türkiye’deki milliyetçi muhafazakâr oy blokunun bir de “Kıbrıs Türk’tür” hassasiyeti her zaman vardır.
 
			 
                                
