HAZAL OCAK
METİN:
Dünya diken üstünde… Her güne yeni saldırı haberleriyle uyanıyoruz. İsrail’in, 13 Haziran günü, nükleer programı nedeniyle İran’a başlattığı saldırı, ABD’nin de ülkedeki nükleer tesisleri vurmasıyla yeni bir boyut kazandı. Tartışmalar sırasında dünya ve çevre açısından önemli bir konu başlığı da öne çıktı: Nükleer sızıntı ihtimali… Peki böyle bir olasılık, hem insanlık hem de doğa için bir çöküş anlamına gelebilir mi?
Orta Doğu’daki gerilim, İsrail’in 13 Haziran’daki saldırısı ve İran’ın yaptığı misillemelerle doruk noktasına ulaşırken, 22 Haziran günü bir açıklama yapan ABD Başkanı Trump, Amerikan uçaklarının İran’ın Fordo, Natanz ve İsfahan nükleer tesislerini vurduğunu duyurdu. Büyük bölümü yeraltındaki tesislere, B-2 hayalet bombardıman uçakları tarafıdan, asıl etkisini yeraltında gösteren gelişmiş mühimmatlarla saldırı düzenlendi. Saldırının ardından bir açıklama yapan Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’ndan (UAEK) yapılan açıklamada, hedef alınan noktaların başında gelen Fordo Nükleer Tesisi’nin dışındaki radyasyon seviyesinde bir artış bildirilmediği aktarıldı. Suudi Arabistan da bölgedeki radyasyon seviyelerinde bir artış olmadığını duyurdu. Trump’ın birkaç gün sonra yaptığı ateşkes açıklamasının ardından İran’ın nükleer altyapısının ne kadar zarar gördüğü tartışılırken, bu süreçte yaşananlar insanlığın aslında ne kadar ince bir hatta ilerlediğini ortaya koydu.
Elinde çok sayıda nükleer silah olduğu iddia edilen ancak bunu hiçbir zaman kabul etmeyen İsrail ile nükleer silah geliştirmeye çok yaklaştığı öne sürülen İran arasındaki sıcak çatışmadan sadece haftalar önce nükleer bombaya sahip iki ülke, Hindistan ve Pakistan arasında yaşanan çatışmalar da alarm zillerinin çalmasına neden olmuştu. Nükleer tehdit, Rusya – Ukrayna savaşı sırasında da zaman zaman gündeme gelmişti.
Böyle bir olasılığın gerçek olması; bir nükleer saldırı veya bir çatışma sırasında yaşanabilecek nükleer sızıntı, sadece yaşandığı bölgeyi etkilemeyecek kuşkusuz. Bu durum bütün dünya için büyük bir tehlike yaratıyor. Bunun en yakın örneği Çernobil… Nükleer santralde 26 Nisan 1986 günü meydana gelen patlama, etkileri bugün de devam eden bir felaket yaşanmasına neden oldu. Santralın dördüncü reaktöründe meydana gelen patlama, Hiroşima ile Nagazaki’ye atılan ve izleri hâlâ silinmeyen atom bombalarını tam 200 kat aşan bir etki yarattı. Santralda görevli 31 kişi hemen öldü ancak yıllar içinde Türkiye’nin de bulunduğu yakın coğrafya on yıllar boyu sürecek ölümcül bir felaketin içine düştü. Radyasyondan en çok etkilenen santralın çevresindeki 30 kilometre çapındaki alan boşaltıldı, on binlerce kişi tahliye edildi. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre 600 bin kişi yüksek dozda radyasyona maruz kaldı. Felakette açığa çıkan radyasyondan bugüne kadar 100 milyonlarca insanın etkilendiği düşünülüyor.
Ukrayna ve Norveç’teki üniversiteler ile Greenpeace Araştırma Laboratuvarları’ndan bilim insanlarının iki yıl önce hazırladıkları araştırma, Çernobil’in etkilerinin kazadan on yıllar sonra bile nasıl devam ettiğini ortaya koyuyor. Araştırmacılar, nükleer santralın da içinde yer aldığı, Ivankiv bölgesinden 2011 – 2019 yılları arasında tahıl, toprak ve odun örnekleri topladı. Örneklerin çok büyük bölümünde, kazadan sonra çevreye saçılan ve radyoaktif tehlike yaratan stronsiyum-90 adlı radyoaktif izotopa rastlandı. Toplanan tahıl örneklerinin yüzde 45’inde, insanlar için kabul edilebilir limitlerin üzerinde stronsiyum-90 tespit edildi. Örnek alınan iki bölgedeki stronsiyum-90 seviyesi, limitlerin iki katından fazlaydı. 2013 yılına Ivankiv bölgesinde toplanan odun örneklerinin yüzde 82’si, 2015 yılında yüzde 75’i, 2018 yılında yüzde 88’i ve 2019 yılında yüzde 75’i, Ukrayna’da yakacak odun için verilen limitlerin üzerinde stronsiyum-90 içeriyordu.
Kesin olan bir gerçek var ki dünya bir nükleer felaket olasılığına her zamankinden daha yakın ve bu tehdit sadece nükleer silah kullanımıyla ilgili değil; savaşan ya da aralarında gerginlik olan tarafların nükleer tesisleri stratejik hedefler olarak görmesi de büyük tehlike yaratıyor. İnsanlığın tek umudu ise uygulamalarıyla sağduyu sınırlarını zorlayan birkaç liderin insafına kalmış gibi görünüyor.
KUTU… KUTU… KUTU…
ZEYTİN Mİ KÖMÜR MÜ?
AKP tarafından TBMM’ye sunulan ve ilgili komisyonda kabul edilen yasa teklifinin, zeytinlik alanlarda madencilik faaliyetlerinin yapılabilmesinin önünü açan maddesi büyük tartışma yarattı. Uzmanlar, zeytinle geçinen yöre halkları ve çevre aktivistleri, enerji, ulaşım ve madencilik gibi sektörlerde yatırım süreçlerini hızlandırmayı amaçlayan teklife büyük tepki gösteriyor ve geri çekilmesini istiyor. Zeytin ağacı birçok kültürde olduğu gibi bizde de kutsal sayılıyor. Bolluğun ve bereketin simgesi. Ancak bu düzenleme, Türkiye’nin zeytinlikleri ve geçimini zeytinliklerden kazanan yöre sakinleri için çöküş anlamına geliyor. İklim krizine karşı fosil yakıtlardan vazgeçilmesi gerektiğini yıllardır konuşuyoruz. Türkiye de geçen yıl fosil yakıtlardan çıkacağına ilişkin sözlü bir beyanda bulunmuştu. Bugün fosil yakıtlardan çıkış sürecinde adil geçiş için, bölge ekonomisi için sürdürülebilir sistemlerden biri de zeytin. Ama biz doğaya, zeytinle geçinen yöre sakinlerine kıyıyoruz. Peki ne için? Kömür için, maden için…
KUTU… KUTU… KUTU…
DENİZİN BAYRAMI
Denizcilik ve Kabotaj Bayramı, Türkiye’de her yıl 1 Temmuz tarihinde kutlanıyor. Bu bayramın temelinde, 1 Temmuz 1926 tarihinde yürürlüğe giren Kabotaj Kanunu yatıyor ve bu sene 99. yılı kutlanacak. Bu gün kapsamında ayrıca denizlerdeki kirliliğe de dikkat çekiliyor. Türkiye’deki üç denizde atıklar, plastik ve petrol kirliliğiyle mücadele ediyor.