EVRİM ALTUĞ
7 Ekim 2023’ten bu yana Filistin’de yaşananlar, dünyanın dört bir yanındaki insanlık ve barış yanlılarının büyük tepkisini çekiyor. Hamas’ın İsrail’e yönelik saldırısı, Filistin halkının 1948’den bu yana uğradığı ağır baskıyı unutturmak ve Gazze’deki zulmü meşrulaştırmak için kullanılırken 60 bin kişinin katledildiği bölgedeki soykırımı eleştirenler “antisemitist” olmakla suçlanıyor. Buna rağmen, sömürüye, işgale ve insanlığa karşı işlenen suçlara verilen tepkiler dikkat çekici biçimde artıyor. Eylül ayında Filistin’i tanıyacağını açıklayan BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi Fransa’nın pozisyonu da önemli bir dönemeç niteliğini taşıyor.
Bu zorlu gündemi, Lübnanlı sosyalist akademisyen ve yazar Gilbert Achcar ile konuştuk. Ayrıntı Yayınları tarafından Türkçe’ye kazandırılan “Halk İstiyor” , “Marksizm, Oryantalizm, Kozmopolitanizm” ve “Yeni Soğuk Savaş” adlı kitaplarıyla tanıdığımız Gilbert Achcar’la, yine Ayrıntı Yayınları etiketiyle çıkan ve Akın Emre Pilgir tarafından Türkçe’ye çevrilen “Gazze Felaketi” adlı yeni kitabı üzerine sohbet ettik. Achcar, Gazze’deki felaketin yanı sıra dünyada yaşanan stratejik eksen kaymaları ve görünen manzaranın arkasındaki gelişmelerle ilgili son derece çarpıcı tespitlerde bulunuyor.
“Gazze Felaketi” kitabınızın daha açılışında, 7 Ekim 2023’ten bu yana Gazze’de ortaya çıkan durumun 1948’de yaşanan Nakba’dan daha kötü olduğunu dile getiriyorsunuz. Bunu biraz daha açabilir misiniz ?
Filistin halkının Ekim 2023’ten bu yana Gazze’de yaşadıklarının Nakba’dan daha kötü olduğu alenen ortadadır. Nakba, Filistin halkının çoğunluğunun kendi topraklarından sürülmesine neden olmuş büyük bir trajediydi. Bu nedenle haklı olarak etnik temizlik olarak ifade edildi ancak bu soykırım değildi; fakat Gazze’de şu anda yaşanmakta olan etnik temizlikle bütünleşen bir soykırımdır. Elbette bu çok daha kötü ve etnik temizlik henüz sona ermiş değil.
Gazze halkının diğer ülkelere sürülmesini organize etmek amacıyla Amerika Birleşik Devletleri (ABD) tarafından desteklenen planlar olduğu duyumlarını alıyor ve Batı Şeria’daki Filistin halkı üzerinde artan “tüyler ürpertici” baskıya tanıklık ediyoruz. Bu esnada Gazze’deki halkın yerlerinden edilme süreci de Batı Şeria’daki gibi özellikle mülteci kamplarının hedef alınması şeklinde devam ediyor.
Dolayısıyla, o veya bu şekilde hiç durmadan devam eden Nakba’ya tanıklık ediyoruz. Ancak bu sürecin hızı, Ekim 2023’ten bu yana, Gazze’deki soykırım ile bütünleşerek muazzam biçimde arttı. Orada şimdiye kadar öldürülen 60 bine yakın kişiye ek olarak halen enkaz altında birkaç bin kişi bulunuyor. Ve ayrıca sağlık kurumlarının tahrip edilmesinden dolayı açlıktan, iyileştirilmeyen yaralar veya tedavi edilmemiş hastalıklardan ölmüş ya da yakında ölecek çok daha fazla sayıda insanı da göz önünde tutmalısınız. Bu, Gazze Şeridi nüfusunun önemli bir bölümünü etkileyen büyük bir katliam. Yani evet, bu Filistin halkının çektiği çile adına bugüne dek yaşadığı en kötü olay ve 1948 Nakba’sından daha kötü bir aşamadır.
Kitabınızda ayrıca, “Yahudi ve demokratik devlet” kavramının bir “oksimoron” olduğunu vurguluyorsunuz.
Bununla, Siyonist hareketin İsrail’in kuruluşunda ortaya koyduğu “Yahudi ve demokratik devlet” iddiasının “doğası gereği çelişkili” olduğunu söylemek istedim. Hem demokratik bir devlet kuruyormuş gibi yapıp hem de bu devleti etnik olarak yerlilere karşı tanımlayarak, kimi İsrailli sosyologların haklı olarak ifade ettiği türde ‘etnokrasi’ dediği şeyi yaratamazsınız. Dolayısıyla Siyonist devlet, hiçbir zaman gerçekten demokratik bir devlet olmadı.
İsrail devleti içinde kalan azınlık Filistinli Araplar, başından beri ikinci sınıf yurttaş konumundaydı. Yıllar boyu askeri yönetime maruz kaldılar. Arkasından, Batı Şeria ve Gazze 1967’de işgal edildi ki bu işgal sürüyor ve zaman geçtikçe daha da kötü bir hal alıyor. İsrail Devleti’ni Ürdün Nehri ile Akdeniz arasında kalan topraklara yayma arzusu, Siyonist hareket tarafından 1948’den bu yana öngörülüyordu. Güç dengesi sebebiyle, bunu 1948’de kısa kesmek durumunda kaldılar. İngiliz mandası altındaki Filistin’in tamamını ele geçirme projelerini sürdürebilecekleri yeni bir fırsat çıkana dek geçici olarak durdular.
Ancak nüfusun Batı Şeria ve Gazze’de bulunan birçok bölümü kendi topraklarında kalınca bir mesele ile karşı karşıya kaldılar. Siyonist devlet, Batı Şeria ve Gazze’deki Filistinli nüfusu bünyesine katamazdı; çünkü bu demografik dengeyi değiştirmek suretiyle Yahudi karakterini de tehlikeye atacaktı. Dolayısıyla Siyonistlerin, bu bölgelerin çoğunu resmen ilhak etmeden kontrollerini sürdürmenin bir yolunu bulabilmeleri gerekiyordu. Nüfuslarına İsrail vatandaşlığı teklif etmekten kaçınmaları ya da bölge sakinlerine vatandaşlık vermeden bölgeleri ilhak etmeleri halinde resmi bir apartheid sistemi yaratmak istiyorlardı. Bu çelişkiyle birlikte yaşadılar.
O zamandan beri Siyonist aşırı sağ, Filistin nüfusunun Gazze ve Batı Şeria’dan sürülmesi, Nakba’nın devam etmesi için baskı uyguluyor. Hamas liderliğindeki 7 Ekim 2023 saldırısını, bu isteklerini gerçekleştirmek adına altın bir fırsat olarak gördüler.
Kitabınızda, The New York Review of Books’ta yayımlanmış ve bazı Yahudi entelektüellerin “Holokost hafızasının kötüye kullanımını” kınadığı bir açık mektuba atıfta bulunuyorsunuz.
Evet, sahiden de İsrail ya da Siyonizmi eleştiren Yahudi aydınlar, Holokost’un birbirini takip eden Siyonist hükümetler tarafından “araçsallaştırılmasına” uzun süreden beri tepkili. İsrail, Batı’nın desteğini almak için Holokost’a atıfta bulunuyor. Bunun mantığı, Avrupa ve ABD, Holokost’u gerçekleştirme veya engellememe konusunda sorumluluk taşıdığından, Holokost’tan kurtulanların devleti olarak İsrail devletini desteklemek gibi ahlaki bir görevleri bulunmasından kaynaklanıyor.
Siyonistler bu argümanı kullanmak suretiyle işledikleri tüm suçları örtbas etmeye girişiyor ve eylemlerine yönelik her tür eleştiriyi reddediyor. Suçlarına dair her nevi eleştiriyi antisemitizm olarak etiketlemekte gecikmiyorlar. Avrupa’daki Yahudi acıları ve Holokost anısının bu şekilde istismar edilmesi, aralarında birçok tanınmış ismin de bulunduğu birçok Yahudi entelektüel tarafından amansızca kınanıyor.
Holokost’a yapılan atıf, neofaşistler – Likud Partisi – ile Haaretz’de Holokost’u inceleyen bir İsrailli tarihçi tarafından haklı olarak neo-Nazi olarak adlandırılmış Ben Gvir ve Smotrich liderliğindeki grupların koalisyonu olan mevcut İsrail Hükümeti tarafından da yapıldığında, daha büyük bir sahtekârlıktır. İsrail’deki şu anki hükümet gibi soykırım uygulayan aşırı sağcı bir hükümet Naziler gibi davranırken Nazizm kurbanlarını temsil ettiğini öne sürdüğü an dünya da tersine döner. İsrail’in mevcut hükümetinin, kurbanlarından çok Nazilerle ortak yanları mevcut.
Mayıs 2010’da Gazze’ye giden Mavi Marmara insani yardım feribotuna İsrail tarafından yapılan saldırıyı hatırlıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti’nin şu anda bölgedeki diplomatik konumunu siz nasıl yorumluyorsunuz ?
Türk hükümetinin İsrail ile belirsiz bir ilişkisi var. Açıklamaları ve tavırlarının çoğunluğu, Türkiye kamuoyu ile bölge kamuoyuna yönelik, zira Türkiye Hükümeti bölgedeki nüfuzunu genişletmeyi arzu ediyor. Aynı zamanda İsrail Devleti ile ilişkilerine devam ediyor; yakın zamana kadar da Suriye konusunda bir anlaşmaya varmaya çalıştı. Türkiye bir NATO üyesi. Dolayısıyla, İsrail’in de ortak olduğu bir askeri ittifakın parçası. İsrail’in başlıca destekçisi ve Gazze’deki mevcut soykırımın doğrudan katılımcısı ABD ile yakın bağları bulunuyor. Dolayısıyla bu, Türkiye hükümetinin tutumunda büyük bir çelişki oluşturuyor.
Ayrıca ‘Yeni Soğuk Savaş’ kitabınızda neofaşist hareketlerin küresel yükselişine kapı açan koşullara dair uyarılarınız da olmuştu. Neofaşizm nedir ?
Neofaşizm, eski faşizmden farklıdır. İkincisi, açık diktatörlüğü en iyi yönetim biçimi olarak meşrulaştırıyordu. Führer (Adolf Hitler) ve Duce (Benito Mussolini) demokrasi iddiası olmayan otokratlardı. Halk onları destekledi ama seçimler yoluyla değil. Bugün, çoğu ülkede diktatörlüğün en iyi yönetim biçimi olduğunu açıkça savunmak zor olur. Dolayısıyla neofaşistler, demokrasinin işleyişini tamamen çarpıtmalarına rağmen, demokratik kurallara saygı duyduklarını iddia ediyorlar.
Bunu, neofaşizme doğru bir evrimin yaşandığı Türkiye’de de görebilirsiniz. Hükümetin muhalefete yönelik saldırısı bunun bir göstergesi ve bu açıkça demokratik değil. Hükümetin demokratik olma iddiası, muhalefetin demokratik hak ve özgürlüklerini kısıtlama çabasıyla çatışıyor. Aynı şey, bugün ABD de dahil olmak üzere pek çok ülkede yaşanıyor. Trump da temsil ettiği aşırı sağın iktidarını sürdürmek için seçim sistemi ve demokrasiyi saptırmaya çalışarak aynı şeyi yapıyor. Bu, Macaristan’da, Hindistan’da, İsrail’de ve diğer ülkelerde yıllardır yaşanıyor. Putin’in kalıcı diktatörlüğünü garanti altına almak için demokratik kuralları alt üst ettiği Rusya’da da bu oldu.
Gazze soykırımı üzerine AB ve BM’nin pozisyonuna ilişkin sizin bakış açınız nedir ?
Tamamı değilse bile birçok AB ülkesi, özellikle de Almanya ve Fransa, İsrail’in soykırımcı savaşını ilk senesinde destekleyici bir pozisyonda oldular. Uzun zaman boyunca ateşkes çağrılarını bile reddeden bu hükümetler, BM’de ateşkes çağrısı yapan kararlara karşı da oy kullandılar. Bir hükümet, aslında soykırım niteliğinde olan bir savaşı “meşru savunma” olarak nitelendiriyorsa, arkasından da bu savaşın sona erdirilmesi çağrısında bulunanlara da karşı çıkıyorsa bu hükümet bu savaşı tamamen destekliyor demektir.
Soykırım, Avrupa kamuoyunun büyük bölümü için giderek daha dayanılmaz bir hal almıştır. Bu nedenle de gittikçe daha fazla sayıda AB hükümeti – cılız da olsa – İsrail’i eleştirmeye başlamıştır. Avrupa, temsil ettiği ve savunduğunu iddia ettiği ilkelere sadakat hususunda tamamen başarısız olmuştur. Gazze’ye yönelik tutumunda, Ukrayna’ya yönelik tutumuna karşılık tam bir çifte standart sergilemiştir. Avrupa’nın Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline verdiği tepki ile İsrail’in Gazze’yi işgaline nasıl tepki verdiğini karşılaştırırsanız, ikincisi birincisinden çok daha acımasız olsa da Avrupa’nın tutumundaki tutarsızlığı görürsünüz.
Bu bağlamda Avrupa, kendisini ABD’den ayırma ve uluslararası hukuka daha da bağlı, farklı bir siyasi bakış açısını temsil etme fırsatını bir kere daha kaçırdı. Avrupa bu sınavda tamamen başarısız oldu. Dolayısıyla, uluslararası hukuk ve kuralları ihlal eden ABD ile aynı gemide yer alıyor; tüm sorumluluğu üstleniyor. ABD derken, sadece Donald Trump’ı kastetmiyorum. Joe Biden’ın bu konudaki mesuliyeti daha da büyük. Uluslararası kuralları ve hukuku hiçe sayması hainceydi. Birçok ülkede aşırı sağ ve neofaşist hareketlerin yükselişini kolaylaştırdı; dünya artık benim ‘neofaşizm çağı’ dediğim döneme ulaştı.
BM’ye gelince, Genel Sekreter Guterres İsrail’in yaptıklarını en başından beri kınadı. Bu nedenle İsrail temsilcisi ile İsrail hükümeti tarafından “antisemit” olarak nitelendi. Hatta, istifaya çağrıldı. BM Genel Kurulu, İsrail ile ABD’nin reddettiği kararlar için ezici çoğunluklarla oy kullandı. Ancak, BM’nin yürütme organı Genel Kurul değil, Güvenlik Konseyi. Güvenlik Konseyi de beş daimi üyesi arasında fikir birliği olmadıkça karar kabul edemez. Başlarda İngiltere ve Fransa da ateşkes çağrılarını veto ediyordu. Fransa, birkaç ay sonra bu tutumunu değiştirdi. Ancak, ABD ve – birkaç ay daha İngiltere – temelde Netanyahu hükümetini destekledi.
“Gazze Felaketi” kitabınızda, İsrail’in eski Savunma Bakanı Yoav Gallant’ın “Biz insan-hayvanlarla savaşıyor ve buna göre hareket ediyoruz” dediğini de ifade ediyorsunuz.
Evet, bu da genellikle soykırımcı niyetlere eşlik eden ırkçılığın bir parçası. Bir devlet veya grup soykırım yapmak istediği zaman, kurbanlarını da insanlıktan çıkarma eğiliminde olur; böylece “İnsanları değil, hayvanları veya insan olmayanları öldürüyoruz” diyebilirler. Naziler Yahudiler ve diğer kurbanlarına “insan olmayanlar” anlamını taşıyan “Untermenschen” derlerdi. Bugünkü İsrail hükümeti de Filistinlilere böyle davranıyor. Gazzelilere insan olmayan gibi davranıyorlar: Onlara karşı her şey mübah.
Gazze’de taraflar arası esir değişimlerinde de görülen büyük sayısal eşitsizlik hakkındaki yorumunuz ne şekildedir ?
Çünkü İsrail devleti kendi Yahudi nüfusunu desteklemek için her bireye çok büyük değer verdiğini göstermek zorundaydı. Bu durum, 2011’de bir İsrailli askere karşılık binden fazla Filistinli tutsağın serbest bırakılması ile zirveye ulaştı. Şimdi bu bile değişti. 7 Ekim’den beri mevcut İsrail hükümeti Hamas ve öteki gruplarca kaçırılmış İsrailli tutsakları geri alabilmek adına taviz vermeye daha az eğilimli. Dolayısıyla 7 Ekim’den bu yana bir buçuk seneden fazla zaman geçmesine karşın, Hamas’ın elinde halen İsrailli esirler bulunuyor. Mevcut aşırı sağcı hükümetin önceliği, Gazze’yi tekrar fethedip, Filistinlileri sürgün edebilmek. Bu nedenle İsrail’de, önceliğin tutsakları geri getirmek olduğuna inanan kesim ile, Gazze’deki hedeflere ulaşılması olduğuna inana hükümet arasında bir bölünme var.
İsrail’in Gazze saldırıları sürecinde Başkan Trump’ın da devreye gireceği bir 60 günlük ateşkes söz konusu ediliyor. Bu inandırıcı olabilir mi?
Trump Yönetimi, Netanyahu’yu güçlü biçimde destekliyor. Netanyahu İsrail’de giderek artan bir hoşnutsuzluk ile karşı karşıya ve İsrailli rehineler adına bir şeyler yapması gerekiyor. Bu nedenle, olası yeni bir anlaşmayı müzakere konusunda daha esnek davrandı. Ancak, hiçbir zaman sınırlı bir ateşkesten fazlasını öngörmedi. Trump’ın ikinci kez göreve gelmesinden kısa süre sonra, böyle bir ateşkesi kabul etti. İlk esir değişimi ardından, ateşkes de fazla uzun olmadı. Hamas bu kez daha fazla koşul öne sürüyor. Savaşın sona ereceğine ve İsrail ordusunun Gazze’yi terk edeceğine dair bir garanti talep ediyor. Ama bunu asla alamayacaklar. İsrail bunu yapmaya söz verse bile bu gerçekleşmeyecek. İsrail, Gazze’deki işgalini sürdürmek için her zaman bir bahane bulacaktır.
Bir noktada, rehine takası ile birlikte bir ateşkes olabilir. Rehinelerden söz etmişken, İsrail’in kaçırdığı Filistinlilerin sayısı, Hamas tarafından kaçırılan İsraillilerden çok daha fazladır. Zira İsrail Gazze’de çoğu sivil binlerce Filistinliyi tutukladı. Dolayısıyla yeni bir ateşkes ve rehine değişimi olsa bile, Gazze’nin geleceğine ilişkin temel bir anlaşma olmadığı sürece bu sadece geçici olacaktır.
Trump Yönetimi’nin elde etmeye çalıştığı şey, İsrail ile Körfez’deki Arap devletleri ve Mısır arasında Gazze’de bir çözüme yönelik bir anlaşma. Arap güçlerinin Gazze’deki nüfusu kontrol etmek için müdahale etmesi konusunda görüşmeler yapıldı. Daha sonra Filistinliler Gazze’yi terk etmeye teşvik edilecek ve kalanlar da Filistin Yönetimi ya da onun yeni bir versiyonu ve İsrail tarafından ortaklaşa yönetilecek, sözde bir ‘Filistin Devleti’ kurulacaktır. Batı Şeria ve Gazze de, birbirinden kopuk yerleşim bölgeleri. Bu toprakların geri kalanı, Siyonist yerleşimlerle birlikte İsrail ordusunun kontrolü altında kalacak. Trump yönetiminin Körfez’deki dostları ve Netanyahu ile müzakere etmesi muhtemel ‘anlaşma’, bu türden bir anlaşmadır.
Bu durum ABD, İngiltere ve Arap Körfez ülkeleri arasındaki askeri ve petrol kaynaklı ticaret kaygılarından mı ileri geliyor?
Elbette, hem İngiltere, hem de ABD’nin Körfez monarşileriyle çok güçlü ekonomik ve stratejik bağları var. ABD’nin İsrail’i desteklemesinin temel nedenlerinden biri de bu. Bildiğiniz gibi Britanya, 1917 Balfour Deklarasyonu’ndan beri İsrail’in kuruluşundan tarihsel olarak sorumludur. İngiliz sömürge yetkilileri, Siyonist hareketin Filistin’de yayılmasına izin verip, 1948’de İsrail devletinin kurulmasına yol açtı. Britanya, bunu bölgede kendine bağlı bir Yahudi devletinin, Süveyş Kanalı ve Körfez’e kadar olan bölgeyi savunmada önemli bir müttefik olacağına inandığı için yaptı.
Petrolün Körfez’de artan önemiyle, ABD de kontrolü Suudi Arabistan ile ortaklığıyla başlayıp, kademeli biçimde elde etti. Bu, ABD’nin bölgedeki tutumunu belirleyen temel nedendi. Böyle olmaya da devam ediyor. Donald Trump ilk ve ikinci kez göreve geldikten sonra, ilk yurt dışı ziyaretini her defasında Avrupa, Latin Amerika veya Hint-Pasifik’e değil, Körfez’e yaptı. Ortak ideoloji veya herhangi bir siyasal yakınlıktan ötürü değil, ekonomik çıkarlar ve petrol geliri nedeniyle. Gördüğünüz gibi Trump, son ziyaretinde zengin Körfez monarşilerinin her yöneticisinden ABD’ye yüz milyarlarca dolarlık yatırım ve ABD’den satın alma sözü aldı.
Aynı şey, pastadan pay kapmaya çalışan İngiltere için de geçerli. Fransa da farklı biçimde çabalıyor. Arap devletlerine Filistin sorununun çözümü konusunda daha yakın olduğunu göstermeye çalışıyor. NATO, İsrail’i bölgede önemli bir askerî müttefik olarak görüyor. Körfez monarşileri de, ne iddia ederlerse etsinler, İsrail’i İran tehdidini dengeleyen bir askerî güç olarak görüyorlar. İsrail’in İran’a saldırısını iddia ettiler ancak, bu ikiyüzlülüktü. Bunu iddia etmelerinin sebebi, İsrail’in İran’a saldırısını açıkça desteklerlerse, İran’ın kendilerine misillemede bulunabileceğinden korkmalarıydı. Ancak, gerçekte İsrail ve ABD’nin İran’ın askeri ve nükleer potansiyelini yok etmesinden oldukça memnunlar.
Peki ABD’nin ‘Asya’ya yönelişi’ nasıl açıklanabilir ?
ABD’nin Orta Doğu’dan çekildiği fikri çok yanlış. Bölgedeki güçlerini hiçbir zaman önemli ölçüde azaltmadı.Meşhur ‘Asya’ya dönüş’ ise, aslında Obama yönetimi altında ilan edildi. Ancak, aynı yönetim sözde İslam Devleti’nin (IŞİD) yükselişiyle birlikte ABD’nin Körfez’deki varlığını tekrar artırdı. ABD filosu yanında, Körfez’de kaç ABD üssü bulunduğuna bir bakın: Körfez, dünyanın herhangi bir bölgesinde ABD üslerinin en yoğun olduğu bölgedir. Katar, Kuveyt, BAE ve Bahreyn’de ABD üsleri bulunuyor. Körfez, ABD üsleri ile doludur ve Irak’ta da ABD’nin askerî varlığı mevcuttur.
Ayrıca Adana’daki İncirlik üssü…
Elbette ama, bu NATO üyeliği ile birlikte geldi ve 1950’lerin başına uzanıyor, oysa Körfez’deki ABD üsleri, 1990’lardan ve Irak’a karşı ABD liderliğindeki ilk savaştan bu yana gelişti. Bunun nedeni, dünyanın bu bölgesinin ABD için stratejik olarak çok önemli olmaya devam etmesidir.
ABD’nin, bugünlerde Çin ile daha fazla ilgilendiğini söyleyenler bu noktayı gözden kaçırıyor. Aslında, Körfez bölgesini kontrol etmek, Çin’e karşı çok büyük bir kozdur. Çünkü Çin, büyük ölçüde bu bölgeden, özellikle Suudi Arabistan Krallığı, Irak ve İran’dan ithal ettiği petrol ile bağımlıdır.
Çin, petrol ithalatına bağımlıdır. Bu da stratejik bir zayıflıktır ve bu durum, Çin’in neden yenilenebilir enerji ve elektrikli araçları neden diğer tüm ülkelerden daha yüksek bir hızla geliştirdiğini açıklamaktadır. Aynı zamanda bu, bol miktarda sahip olduğu ve petrol ile gazdan daha kirletici olan kömür kullanımını da artırmaktadır. Bu da, Çin’in davranışlarının öncelikle ekolojik nedenlerle değil, stratejik kaygılarla belirlendiğini gösterir. Bu nedenle Çin ve ABD arasındaki küresel çekişmede Körfez, önemli bir stratejik konumdur.
‘Yeni Soğuk Savaş’ kitabınızda yine, ABD emperyalizminin küresel hegemonyası adına yaptığı manevralara vurgu yaptınız. Peki Rusya ile Çin? Onlar da emperyalist ülkeler sayılabilir mi?
Rusya alenen emperyalist bir güç, hatta terimin en katı anlamıyla böyle: Bir imparatorluğu kontrol ediyor. İmparatorluğunun çok büyük bir kısmını kaybetmiş, çok eski bir emperyal güç. Kaybettiği topraklar üzerindeki nüfuzunu tekrar elde etmeye, hatta Gürcistan ile Ukrayna başta, bir kısmını da askerî manada ele geçirmeye çabalıyor. Rusya ayrıca, denizaşırı ülkelerdeki askeri gücünü de artırıyor: 2015’ten 2024’e kadar, neredeyse 10 yıl boyu Suriye’ye müdahil oldu ve Afrika’daki askeri varlığını artırdı. Libya, Sudan ve Sahel ülkelerinde. Dolayısıyla Rusya, kesinlikle emperyalist bir güç. Buna karşılık, Cibuti’deki tek bir deniz üssü dışında Çin’in yurt dışında hiç bir askeri birliği ve üssü yok. Sincan ve Tibet, Çin’in uluslararası alanda tanınmış topraklarının bir parçası. Çin, şimdiye dek gücünü yurtdışına yansıtmadığı için henüz emperyalist bir güç değil. Askeri davranışı, çoğunlukla savunmacı olmuş, ABD’nin toprakları çevresinde üsler, filolar, ve askeri ittifaklar konuşlandırmasına tepki göstermiş. Çin, ABD’nin etrafına üsler konuşlandırmıyor. Bunun tersi söz konusu. Bu bağlamda Çin ve Rusya arasında da önemli bir fark bulunuyor.
Peki Hong Kong ve Tayvan gibi ‘meseleler’ nasıl ilerler?
Hong Kong Çin’in uluslararası alanda tanınan topraklarının bir parçası. İngilizler, Çin topraklarının bu parçasını 150 yıl boyunca işgal ettikten sonra, 1999’da Hong-Kong’u Çin’e geri verdi. Tayvan’a gelirsek, ABD bile, resmi olarak ‘Tek Çin’ politikasına bağlı. Bu da Tayvan’ın, Çin’in anakarası ile birlikte tek bir ülkenin parçası olarak görüldüğü anlamını taşıyor. Dolayısıyla Çin, Tayvan’ın kendi topraklarının bir parçası olduğunu iddia etmek için güçlü bir argümana sahip.
Çin’in 1971’de BM’ye kabul edilmesinden önce, Tayvan Çin’in ilk temsilcisiydi ve Çin’in daimi Güvenlik Konseyi üyeliğini ve veto hakkını elinde tutuyordu. ABD’nin Çin hükümetini tanıması ve BM’de Çin’i temsil etmesinin ardından, Tayvan, Tek Çin ilkesi adına, örgütten ihraç edildi. Tayvan konusunda barışcıl bir çözüm bulunacağını umuyorum. Çin Tayvan’ı işgal ederse, büyük hata yapmış olur. Ancak, Tayvan üzerinde hak iddia etme konusunda Rusya’nın Ukrayna üzerinde hak iddia etme ya da ABD’nin her yere askerî müdahalede bulunma hakkından çok daha ciddi bir hakka sahip olduğu kesindir.
Son dönemde İngiltere’de üniversite kürsüsünde oldunuz. Son aylar adına İngiltere ve ABD’nin göçmen vize politikalarına yönelik analiziniz nedir ?
Mevzu göçmenlik olunca, Trump’ınki gibi neofaşist bir hükümet ile Keir Starmer’ınki gibi sözde işçi hükümetlerinin ortak noktaları, farklılıklarından daha fazla.
Sözde merkezci ve liberal güçler, tüm Avrupa ve ABD’de göç konusundaki tutumlarında, gittikçe daha fazla aşırı sağın taklidi halini alıyor. Biden, ilk görev süresi boyunca Trump’ın kendisinden önce yaptığından daha fazla sınır dışı işlemi yaptı. Göçmenlerin bu şekilde fırsatçı bir şekilde günah keçisi ilan edilmeleri, siyasi manzaranın ne kadar sağa kaydığının bir göstergesidir.
Liberal hükümetler, aşırı sağın kendi seçmen tabanlarını ele geçirmesini engellemek için, göçmen karşıtı politikalarda onu geçmeleri gerektiğine inanıyor. Böylece, geleneksel sağ gittikçe daha fazla, aşırı sağ gibi davranıyor ve bu da, aşırı sağın cazibesini artırıyor. Bugün, küresel düzeyde neofaşizmin yükselişinin temel nedenlerinden biri de budur.
“Gazze Felaketi” kitabının sonunda, mevcut küresel durum ve geçmiş yüzyılda ‘yüzyılın geceyarısı’ olarak nitelenen durum arasında bir kıyaslamaya gidiyorsunuz. Peki hiç umut yok mu?
Yüzyıl önce yaşananlarla karşılaştırma yaparak, karanlık bir tarihsel dönemden geçiyor olduğumuzu vurgulamak istedim. Neofaşizm her yerde, özellikle de ABD’de yükselişte. Haberleri de izlediğinizde hemen her gün bir sürü korkutucu haberle karşılaşıyorsunuz. 1930’larda, Britanya ve ABD, faşist yükselişin karşı ateşi olarak görülmekteydi. 1939’da, İkinci Dünya Savaşı başladıktan sonra bu durum daha da arttı. İngiltere ve ABD, demokratik ve liberal değerleri destekleme iddiasını güden ‘Transatlantik İttifakı’nı oluşturdu. Ancak, bugün Atlantikçi liberalizm tamamen gözden düştü, bu da neofaşizmin yükselişini kolaylaştırdı.
Bununla birlikte, neofaşistlerin çelişki ve sınırlamalarının – özellikle de çok kaotik bir başkan olan Trump’ın – geri tepeceği ve gözden düşmesine yol açacağına yönelik umut sürüyor. Bugün sahip olduğumuz en büyük umut bu. Çünkü, küresel düzeyde cazip bir ilerici alternatif yok veya yeterli değil. Dolayısıyla, onları yenebilecek ilerici güçlerin olmadığı yerde umut, neofaşistlerin kendi politikalarıyla kendilerini yenebilecekleri yönünde.
Uzun vadede diğer umut ise, mevcut dünya durumuna gerçek bir alternatif oluşturabilecek yeni ilerici güçlerin yükselişini görmektir. Bu konuda, daha önce de belirttiğimiz gibi, ABD ve Birleşik Krallık’ta bile cesaret verici başlangıçlar var.
Filistin halkıyla dayanışma içinde, dünya genelinde yükselen protesto gösterilerinde özellikle ABD ve İngiltere’den çıkan sosyalist hareketlerin rolü oldu mu?
“Sosyalistler” derken, ABD ve Birleşik Krallık’taki radikal soldan bahsediyorsak, Filistin halkına büyük destek verdiler. Bu da, bu hareketlerin gücünün bir miktar artmasına sebep oldu. Birleşik Krallıkta ise İşçi Partisi’nin solunda yeni bir parti kurma yolunda önemli bir hareket var.
ABD’de, İsrail’i açıkça eleştiren, Filistinlileri destekleyen Zohran Mamdani’nin New York Belediye Başkanlığı ön seçimlerindeki zaferinin de gösterdiği gibi, Demokrat Parti içinde sol bir yükseliş var. Yani değişimler yaşanıyor. Anketler, bugün ABD’de İsrail yanlısı olmaktan ziyade Filistin yanlısı Demokratlar ve gençlerin, özellikle de genç Yahudilerin sayısının daha fazla olduğunu gösteriyor. Yani, Gazze’de yaşanan bu son derece çirkin soykırım nedeniyle kesinlikle bir şeyler oluyor.
Bilgi için:
https://www.ayrintiyayingrubu.com/yazar/gilbert-achcar/
https://gilbert-achcar.net/books