ELMAS YAYLA
Son yılların en kapsamlı toplumsal gözlem metinlerinden biri, Onur Alp Yılmaz ve İpek Özbey’in kaleme aldığı “Orta Sınıfın Düşüşü”… Kitap, yalnızca Türkiye’ye değil, ikinci büyük savaş sonrası dünyanın tamamını saran ve 1980’den sonra yine küresel ölçekte yayılan iki temel kırılma anını tartışıyor: Refah devletinin yükselişinden neoliberal dönemin borç rejimine geçişe uzanan uzun bir yapısal dönüşümü. Yani bugün Türkiye’de yaşadığımız sosyo – ekonomik çöküş, küresel bir fenomenin yerel bir yansıması.
Yazarlar, orta sınıfı sadece gelir kriteriyle tanımlamıyor; emeğiyle hem yaşayan hem birikim yapabilen, kamusal hizmetlere güven duyabilen, liyakatle yükselebilen bir tarihsel özne olarak ele alıyor. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde memurdan öğretmene, mühendislerden küçük esnafa uzanan bu kesim; 1960 – 1980 arası dönemde refah devleti politikalarıyla genişlemiş, kamusal eğitim ve güvenceli istihdam üzerinden toplumsal bir omurga haline gelmişti. Kitabın iddiasına göre tam da bu omurga, 1980 sonrasında sistematik biçimde zayıflatıldı.
12 Eylül sonrasında uygulanan neoliberal model, sadece ekonomik bir değişim değil, derin bir toplumsal mühendislikti. Kamusal eğitim ve sağlık piyasalaştı, sendikalar zayıflatıldı, kent rantı özel birikimin merkezine oturdu. Böylece orta sınıfın üç temel dayanağı – güvenceli çalışma, erişilebilir ve ücretsiz kamusal hizmet ve örgütlü sivil alan – çözülmeye başladı. Bu çözülme yalnızca gelirleri değil, değerler sistemini de aşındırdı. “Hak ederek sahip olma” duygusunun yerini, “fırsatını yakalama”, “adamını bulma” ve “köşeyi dönme” kültürü aldı.
Kitap, bu dönüşümü “borç ekonomisi ve rıza mühendisliği” üzerinden okuyor. Neoliberal dönem, toplumsal itaatin artık baskıyla değil, borçluluk ve güvencesizlik aracılığıyla üretildiğini savunuyor. Devlet, sosyal hakları daraltırken, bireyi krediye ve yardıma mahkûm eden bir mekanizma kurdu. Bu yeni durumda yurttaş, talep eden bir özne olmaktan çıkıp, sessizce uyum sağlayan bir bireye dönüştü.
Bu süreç, yalnızca ekonomik değil, kültürel bir çöküş de yarattı. Medyanın duyguları yöneten bir propaganda makinesine dönüşmesi, inancın siyasallaştırılması, kutuplaşmanın toplumu kimlik bariyerleri içine hapsetmesi ve lider kültünün pederşahi bir otorite kurması… Tüm bunlar orta sınıfın en temel değeri olan ölçülülüğü ve denge kültürünü eritti. Kitabın en çarpıcı tespitlerinden biri de bu: Bugün orta sınıfın kaybı sadece gelir kaybı değil, bir itibar ve anlam kaybıdır.
Bu zeminin çözüldüğü yerde demokrasi de zayıflıyor. Çünkü modern demokrasiler, tarihsel olarak güçlü bir orta sınıfın üzerinde yükseldi. O sınıf daraldığında siyasal merkez boşalıyor; yurttaş yerini “sadakat ve korku” ilişkisine dayanan edilgen seçmene bırakıyor. Türkiye’de son yirmi yılda yükselen otoriterliğin temel nedeni de bu sınıfsal erozyon olarak sunuluyor.
Yılmaz ve Özbey, küresel ölçekte ortaya çıkan öfke, umutsuzluk ve prekaryalaşma dalgasını “alt sınıf yüzyılına savrulma” riski olarak yorumluyor; ancak bu gidişin kader olmadığını vurguluyorlar. Tarihsel örneklerle, orta sınıfın kendiliğinden değil, kamusal tercihlerle inşa edildiğini hatırlatıyorlar: Cumhuriyetin erken dönem meritokrasi ideali, 1960’ların planlamacı kalkınma yaklaşımı ve refah devletinin genişletici politikaları…
Bu nedenle çözüm, nostaljik bir geçmiş arayışından değil, kamusallığın yeniden tanımlanmasından geçiyor. Eğitimde eşitlik, güvenceli istihdam, liyakat, şeffaflık, kent rantının kamusal dağıtımı ve sivil örgütlenmenin güçlenmesi… Yazarların altını çizdiği nokta şu: Hiçbir iktidar bu dönüşümü iraden yapmaz; bu ancak örgütlü yurttaş baskısıyla mümkün olur.
Kitabın belki de en karanlık, ama bir o kadar da gerçekçi tespiti, orta sınıfın yaşadığı tükenmişliğin bir anlam krizine dönüşmesi. Mesele sadece geçinememek değil, bunun yanında insanlarda çabanın ulaşılan geleceğe değmediği, eğitimin bir yük, çalışmanın boşa kürek çekmek olduğu hissinin de yerleşiyor oluşu. Bu duygu, göç arzusundan toplumsal umutsuzluğa kadar pek çok fenomeni açıklıyor.
Orta Sınıfın Düşüşü, böylelikle tek bir ülkeye değil, küresel kapitalizmin kırılgan yeni evresine bakan geniş ölçekli bir analiz sunuyor. Hem ekonomik hem siyasal hem de kültürel bir çözülmenin anatomisini çıkarırken, aynı zamanda çıkış yolunun da ancak orta sınıfın yeniden inşa edilmesiyle mümkün olacağını savunuyor.
Yani Yılmaz ve Özbey’in çalışması, yalnızca mevcut durumu teşhis etmekle kalmıyor; çıkışın da ipuçlarını sunuyor. Orta sınıfın tarihin hiçbir döneminde kendiliğinden oluşmadığını, her zaman kamusal tercihlerin ürünü olduğunu hatırlatıyorlar. Bugün de çözüm ancak eğitimde eşitlik, güvenceli istihdam, liyakat, şeffaflık ve kent rantının kamusal paylaşımı gibi adımlarla mümkün olabilir. Ancak bunun bir iktidar lütfu değil, örgütlü bir toplumsal talebin ürünü olacağı özellikle vurgulanıyor.
Kitabın son bölümünde çizilen manzara, her şeye rağmen kötümser değil. Türkiye’nin tarihsel olarak kamusal bir merkez kurabilme kapasitesine sahip olduğunu hatırlatıyor ve normalleşmenin yolunun “emeğin yeniden itibar kazandığı bir toplumsal sözleşme”den geçtiğini söylüyor. Orta sınıfın yeniden doğuşu bir nostalji değil, yeni bir kamusal tahayyülün mümkün hale gelmesi demek.
Orta Sınıfın Düşüşü, bu nedenle yalnızca ekonomik bir analiz değil; Türkiye’nin bugünkü ruh halini, küresel kapitalizmin dönüşümünü ve demokrasinin kırılganlığını aynı çerçevede düşünmeye davet eden kapsamlı bir okuma önerisi.
