ANNE – CÉCILE ROBERT
“Artık mühürlü tutuklama emirleriyle; gizli gerekçelerle hapse atılmaktan bıktık. Sabah uyanınca öğrendiğimiz ama akşama kadar unutulan günlük skandallardan usandık. Kendilerini bile yönetemezken, bizi yönettiklerini iddia eden beceriksiz bakanlar artık yetti!” Beaumarchais’nin, Édouard Molinaro’nun 1969 yapımı filmininde monarşinin emrindeki mahkemeye seslenirken sarf ettiği bu sözler, 1789’un aynı zamanda hukuki bir devrim olduğunu anımsatıyor. Keyfiyete karşı ve adalet için! 26 Ağustos 1789 tarihli İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi, herkesin yasalar önünde eşit olduğunu ilan eder, suç ve kabahatleri kamuya açık bir şekilde tartışarak tanımlama görevini ulusun seçilmiş temsilcilerine verir. Güçler ayrılığı, masumiyet karinesi, yürütme erki ve polisin genel çıkara tabi olması, hapis cezalarının yalnızca kesin gereklilik durumunda uygulanması gibi vatandaşlara tanınan güvenceleri belirler.
Bu ilkelerin yaşama geçirilmesi, yüz yıllardır süren bir mücadelenin konusu oldu. İngiltere’de 1215 yılında imzalanan Magna Carta, kanun önünde eşitlik kavramını getirdi. İngiliz Parlamentosu, keyfi tutuklamaları yasaklayarak ve şüphelinin yargıç önüne çıkmasını zorunlu hale getirerek bireysel özgürlükleri garanti altına alan “habeas corpus” ilkesini, 1679 yılında Kral İkinci Charles’tan almayı başardı. “İnsan haklarının güvence altına alınması” için yüzyıllardır süren mücadele, siyasi güç dengelerine ve kitlesel hareketlerin yoğunluğuna bağlı olarak sağlanan ilerlemeler ve atılan geri adımlarla şekillendi. Hukukun, kurumların ve toplumsal alışkanlıkların evrimi ile polis – adalet ilişkileri, her dönemi tanımlamıza yardımcı olan kıstaslardır. Peki bu kıstaslara göre, içinde bulunduğumuz dönem bir gerilemenin tüm özelliklerini taşımıyor mu?
Özel İçerik
Bu içerik sadece gazeteye abone olan okuyucular içindir.Yazının devamını okumak için gazetemize abone olmak ister misiniz?