THOMAS FRANK
Gazeteci. “Le populisme, voilà l’ennemi! – Brève histoire de la haine du
peuple et de la peur de la démocratie, des années 1890 à nos jours ”
kitabının yazarı. (Agone Yayınları, 2021, Marsilya)
ÇEVİRİ: YAREN ŞAHİN
Michelle Obama, birkaç hafta önce düzenlenen Demokrat Parti kongresinde yaptığı konuşmada, “daha parlak bir geleceğin doğuşunu görmek için duyulan sabırsızlık, heyecan ve coşkuyu” anlattı. Dinleyiciler bu sözleri genel olarak beğendi. Ancak bazıları bu ifadeleri son derece talihsiz, hatta hakaret olarak değerlendirdi. Bir Demokrat Parti destekçisinin, bugünün zaten parlak olduğunu düşünmesi gerekmez miydi? Bir gün önce aynı sahnede daha sönük bir konuşma yapan Beyaz Saray’ın şu anki sakini Joe Biden, her zaman partinin sadık bir destekçisi olmuştur. Onun başkanlığının siyasi bir zirveyi temsil etmesi gerekmiyor mu?
Michelle Obama aslında açık bir gerçeği ifade ediyordu. Chicago’daki etkinliğe ev sahipliği yapan spor salonunun enerji ve heyecanla dolup taştığı inkâr edilemezdi. Uzun zamandır, yararsız ve uyuşuk geçmesi beklenen toplantıdan çok farklıydı; aniden iyimserleşen Demokratların arasında olmak baş döndürücü bir deneyimdi. Her akşamın en önemli saatlerinde bina tıklım tıklım doluyor, aşırı heyecanlı partililerden oluşan kalabalık çılgınca bağırıyor ve alkışlıyordu. Görünüşe göre Joe Biden’ı başkan yardımcısı Kamala Harris’le değiştirmek yüzyılın hamlesi olmuştu.
Aynı Demokratlar, sadece bir ay önce geçmişin ağırlığını taşıyor ve adaylarının televizyon karşısında ağzı açık, eli kolu bağlı bir şekilde rakibi tarafından ezilişini izlerken öfkeleniyordu. Hem de ne rakip… Korkunç Cumhuriyetçi Donald Trump! Soytarı, suçlu, züppe, aptal ve diktatörün bir karışımı olan bu adam, zavallı yaşlı Joe’yu hem kameralar önünde hem de anketlerde ezip geçiyordu.
Yıllardır ülkeyi yöneten silik liderler grubunun sonu geldi mi?
Sonra her şey tersine döndü. Artık yerinde sayan, bu yeni meydan okuma karşısında şaşkına dönüp çaresiz kalan Trump’tı. Harris, merkezdeki geniş tabanı ele geçirmek ve kamuoyu yoklamalarında üstünlük sağlamak için hamleler yapıyordu. Ortabatı’nın dört bir yanında dev mitingler düzenledi. Demokrat Parti artık cazibe, dinamizm, coşku, azim ve hatta gençliği temsil ediyordu.
Bu değişim, nihayet Trump’ı yenebilecek birini bulmuş olmanın basit bir sonucu muydu? Kongredeki coşku patlaması, başka bir şeylerin de işin içinde olduğunu gösteriyor gibiydi. Partinin sahneye çıkarak sıradan sözler sıralayan emektarlarını izlerken, Demokrat Parti’nin ve ülkenin yönetimini yıllardır elinde tutan bu silik liderler grubunun bu kez gerçekten sonunun geldiğini düşünebilirdiniz. 1960’ların karanlık takıntıları da nihayet bitiyordu. Sağdan gelen karşı hamlelerin korkusuyla donup kalan, Cumhuriyetçilere savaş ya da sosyal hizmetler reformu gibi konularda açıkça karşı çıkmaya isteksiz olan eski muhafızların devri kapanıyordu. Kendi kampını yıpratan o mükemmel uzlaşma sanatı artık sona eriyordu. Bankalara ve “finansal yeniliklere” tapınmaları bitiyordu. İşçilerin durumuna karşı acımasız kayıtsızlıklarının sonu geliyordu. “Yaratıcı sınıfa” olan aşk dolu açıklamaları da artık tarihe karışıyordu. Bizi 1980’lerden beri hırpalayan ve ardında felaket bir miras bırakan bu kuşak, nihayet kapı dışarı ediliyordu.
Demokrat Parti gerçekten de yenilenmenin eşiğinde mi? Bunu düşündüren üç şey var. Birincisi, Kamala Harris’in, Minnesota Valisi Timothy Walz’ı başkan yardımcısı adayı olarak seçmesi. Ortabatı’nın eski moda popülistlerinden biri olan Walz, Demokratların uzun zamandır eksikliğini hissettiği işçi sınıfı yönelimini temsil eden sıradan bir halk adamı. (Elbette başkan yardımcılığının neredeyse tamamen sembolik bir görev olduğu öne sürülebilir.) İkinci olarak, aralarında Birleşik Otomobil İşçileri (UAW) Başkanı Shawn Fain’in de bulunduğu bir dizi sendika lideri kurultay sırasında ilk kez sahneye çıkma şansı buldu. Hatta izleyicilere “popülizm” kelimesinin orijinal ve olumlu anlamı hakkında hoş bir açıklama yapıldı. (1) Üçüncü olarak, iyimserlik büyük bir geri dönüş yaptı. Harris’in bu kadar çekici olmasının bir diğer nedeni de engellenemez neşesi. Ciddi insanlar bu faktörü küçümseyebilir, ancak pandemiden, enflasyondan ve sosyal medyadaki kültür savaşlarından sonra sergilenen bu neşenin canlandırıcı etkisi göz ardı edilmemeli.
Her gelen Demokrat nesil bir öncekini arattı
Aslında düşünüldüğünde, bu listede çok etkileyici bir şey yok. Daha çok, yüzeysel bir pazarlama stratejisinin mükemmelleşmesini işaret eden kozmetik değişiklikler söz konusu. Gerçek şu ki, her zamanki gibi süreklilik muhtemelen galip gelecek ve iş dünyasının önde gelenleri partideki üstünlüğünü koruyacak. Sonuçta Amerikalılara gençliği, idealizmi ve özgünlüğü övülen yeni bir Demokrat nesil ilk kez sunulmuyor; ve nihayetinde her nesil bir öncekinden daha kötü çıkıyor.
1996’da Bill Clinton, Demokrat Parti adaylığını yine Chicago’da kabul etmişti. Arkansas’taki memleketinin adı “umut” anlamına geldiği için “Umutlu adam” olarak bilinen Clinton, aynı derecede coşkulu bir atmosferde, fütüristik vaatlerle dolu muhteşem bir vizyon ortaya koymuş ve “21. yüzyıla köprü” inşa etme sözü vermişti. Genç, zeki ve iyimserdi; ikinci kez seçilmeyi başardı. O köprüyü de inşa etti: Ülkenin tüm bölgelerini sanayisizleştiren serbest ticaret anlaşmaları ve doğrudan 2008 krizine yol açan bir finansal deregülasyon programı… Teşekkürler idealistler!
Her şey senaryoya bağlıydı ve dakikası dakikasına planlanmıştı
Dört gün süren Demokrat Parti Kongresi’ne katılmak zevkli olmaktan çok bir dayanıklılık testi gibiydi. Kötü yemeklere çok para ödemek bir yana, rahatsız da olsa bir koltuk bulabilmek için uzun süre aramanız gerekiyordu. Katılımcılar arasında kurulan kafa karıştırıcı resmi hiyerarşiye ek olarak, daha da içinden çıkılmaz bir gayri resmi hiyerarşi, gazeteci David Sirota’nın deyimiyle “kaynaklara dayalı bir kast sistemi” vardı. Görünüşe göre Demokratlar, yönetim felsefelerini oturma düzenlerine de yansıtmak istemişti.
Bir izleyici olarak, kendinizi sonsuz bir televizyon reklamında gibi hissediyordunuz. Günler geçiyordu ve hiçbir şey spontane gelişmiyordu. Her şey yazılıydı, senaryoya bağlıydı ve dakikası dakikasına planlanmıştı. İzleyicilerden soru gelmiyordu. En ufak bir anlaşmazlık bile yoktu. Kalabalık komutla alkışlıyor ve aynı sloganları bıkmadan tekrarlıyordu: “Geriye dönmeyeceğiz”, “Savaşırsak kazanırız…” Mekanizma kusursuz şekilde yağlanmıştı.
Medyanın aylardır, Gazze ve çevre konuları etrafında sert tartışmalar yaşanabileceği riskine dikkat çektiği ve aday değişikliğinin ardından tüm konuşmaların dikkatle yeniden yazılması gerektiği düşünüldüğünde makinenin teklememesi oldukça dikkat çekici. Sürekli yanıp sönen ışıkların bombardımanına uğrayan tribünlerden bakıldığında, konuşmalarını ‘prompter’dan okuyan ikinci sınıf politikacıların geçit töreni, bir güzellik yarışmasındaki tüm adayların birbirine karışması gibi zihni uyuşturma eğilimindeydi. İkinci gün itibarıyla, söylenenleri not almak için kalem tüketmeye gerek kalmamıştı.
‘Bir demokrata oy vermiyorsunuz; demokrasiye oy veriyorsunuz’
Tüm bu sıradanlık denizi içinde, Demokratların politikaları kadar çelişkili birkaç anı akılda kalıyor. Örneğin, şarkıcı Pink’in sahneye çıkıp, liderlerimiz tarafından ihanete uğradığımızı anlatan etkileyici marşı “What About Us”ı (Peki ya biz) seslendirdiği an… Aldatıldığımıza göre, “milyarlarca güzel ruhumuza” ne olacağını soruyordu Pink: “Güzel bir yarına dair verilen tüm o tutulmayan sözler ne olacak?” (…) “Peki ya felakete dönüşen tüm o projeler?”
Bu hüzün dolu sözleri dinlerken bir an için, Demokratların zaman içinde biriken tüm başarısızlıkları kabul etmek için kendi içlerinden birini sahneye göndereceklerini düşünebilirdiniz ama olmadı… Şarkı biter bitmez ekranlarda başkan yardımcısının güçlü bir orduya ve “uluslararası istikrara” olan bağlılığının altını çizen bir video gösterildi. Ardından Arizona Senatörü Mark Kelly, orduda geçirdiği yıllardan bahsetmek ve coşkulu Demokrat kalabalığı askeri disipline geri dönmeye teşvik etmek üzere sahneye çıktı. Onu eski Savunma Bakanı Leon Panetta izledi ve Ronald Reagan’dan alıntı yaparak ABD ordusunun “dünyanın en güçlü ordusu” olarak kalacağına olan inancını dile getirdi. Gecenin ilerleyen saatlerinde kürsüye çıkan Harris de ülkenin “gezegendeki en ölümcül” silahlı kuvvetlerine duyduğu hayranlığı dile getirdi. Savaşlar ebediyen devam etsin!
Kongrenin ana teması demokrasiydi: Eğer demokrasiyi kurtarabilirsek tüm sorunlarımız çözülecekti. Çünkü Amerikan yaşam tarzı, rakiplerini adalet önüne sürüklemek, seçim sürecini kesintiye uğratmak, basını sansürlemek ve istediğini elde edemediğinde destekçilerini şiddete teşvik etmek isteyen, otokratların ve ırkçıların suç ortağı olan korkunç Trump’ın tehdidi altındaydı (en azından bu son suçlama, oldukça ikna edici kanıtlara dayanıyordu). Bir konuşmacının ifade ettiği gibi: “Bir demokrata oy vermiyorsunuz; demokrasiye oy veriyorsunuz…”
Demokrasi evde başlar; en azından eskiden böyleydi.
Ancak bir siyasi kongrenin demokrasiyi hayata geçirmesi gerekmez mi? Amerikalıların sadece demokrasiyi savunmakla ilgili konuşmaları dinlemekle yetinmeyip, aynı zamanda tartışabileceği, partilerinin hangi önlemleri alması gerektiğine karar verebileceği ve liderlerini seçebileceği bir yer olması gerekmez mi? Başka bir deyişle demokrasi evde başlar; en azından eskiden böyleydi.
Durumu ne kadar zayıf olursa olsun, partideki ön seçimlerde Biden’e ciddi bir rakip çıkmadı. Hiçbir münazara yapılmadı ve bazı eyaletlerde başka aday olmadığı için oylama iptal edildi. Fiziksel düşüşünü görmezden gelmek imkânsız hale geldiğinde, 2020 ön seçimlerinde daha oylama başlamadan havlu atan ve halk tarafından pek tanınmayan Harris lehine yarıştan çekildi. Partinin önde gelenlerinin birkaç gün içinde arkasında birleştiği Harris, kongreden çok önce resmi olarak aday gösterildi. Böylece Chicago’da olası bir fikir ayrılığının ortaya çıkma ihtimali bertaraf edilmiş oldu.
Demokrasiyi sergilemek yerine taklit eden kongre
Birçok konuşmacı, 1964’teki Demokrat Parti Kongresi’nde siyah seçmenlerin adaylık sürecinden dışlanmasını protesto eden sivil haklar savunucusu Fannie Lou Hamer’ın kahramanlığını hatırlattı. Ancak, 2024 etkinliğinin dikkatlice kurgulanmış büyük gösterisini bozan hiçbir cesaret örneği çıkmadı. Etkinliğin asıl amacı olan aday belirleme süreci, oldukça hafif, hatta komik bir atmosferde gerçekleşti; organizatörler bunu “şenlikli” bir an olarak tasarlamıştı. Her eyaletin delegeleri önceden bilinen oylarını açıklarken, güneş gözlüğü takan ve geniş bir şapka giyen DJ, salonu coşturacak şarkılar çalıyor ve herkesin enerjisini yükseltiyordu: “Benim adım DJ Cassidy ve Demokrat Parti Kongresi’nin oy sayımındasınız!..” Flaşlar, çılgın kalabalığın ortasında patlıyordu. Mükemmel bir ahenk vardı; hiçbir yanlış nota yoktu. Yıllar boyunca bu noktaya gelmek için uğraşılmış ve sonunda başarılmıştı: Bu kongre demokrasiyi sergilemek yerine taklit ediyordu… Bir siyasi oluşumun liderlerini seçme amacı taşımıyordu; sadece onların dünyaya kendilerini tanıtmalarına olanak sağlıyordu. Bu tek taraflı bir sohbetti: Biz, onların önem verdiği şeyleri dinliyorduk.
Sahne performansı açısından ödül televizyonun süperstarı Oprah Winfrey’e gitti. Bir zamanlar, sıradan Amerikan halkının nabzını tuttuğu söylenen sunucu, kasım ayındaki seçimlerin geriye dönüşe direnmek için bir silah olduğunu belirterek, kürtaj hakkına ve Güney eyaletlerindeki ırksal ayrımcılığa atıfta bulundu. Bu gerilemeyi engellemek için çaba gösterenlerin “özgürlük savaşçıları” olarak görülmesi gerektiğini belirtti. Oprah, son cümlelerini şarkı söyleyerek bitirdi; bu unutulmaz bir an çünkü bu ülkede siyasi konuşmacıların şarkı söylediğine nadiren rastlanır. Ancak en çok, Cumhuriyetçilerin sahip olduğunu düşündüğü temel değerleri sahiplenmesiyle akıllarda yer etti: Ahlaki güç, iyimserlik, “terbiye”, “saygı”, anayasaya bağlılık ve hatta oy verme ki Trump bu konudaki hoşnutsuzluğunu pek gizleyemiyor. Oprah Winfrey, “Oy veriyorum, çünkü ben Amerikalıyım ve biz Amerikalılar bunu yaparız” dedi.
Kamala, zor zamanlarınızda sizin için dua eder
Demokratlar, yaklaşık 50 yıldır mezhepçilik ve savaş çığırtkanlığı ile eş tuttukları vatanseverlik ifadelerinden uzak durmayı tercih etti. (2) Ancak işler değişti; Trump tarih konusundaki cehaleti ve orduya karşı eleştirel tutumuyla bu kusursuzluk sembollerini açık arttırmaya çıkardı ve rakipleri bunları geri almaya kararlı. Sonuç: Daha önce hiçbir Demokrat kongresinde bu kadar çok küçük ABD bayrağının dalgalandığı görülmemiş ya da bu kadar çok sesin avaz avaz “U-S-A” diye bağırdığı duyulmamıştı.
Kamala Harris kampanyasına gizemli şekilde başladı. O kimdi? Ne savunuyordu? Başkan Biden’ın programını mı yoksa kendi programını uygulayacaktı? Kongrenin büyük bir kısmı, onun kişiliğini tanımlamaktan oluştu ve ahlaki duruşunu övme konusunda aşırıya kaçmaktan çekinilmedi. Kamala, zor zamanlarınızda sizin için dua eder; sizi arayıp doğum gününüzü kutlar ve hatta şarkı söyler… Ayrıca, Kamala size baktığında, “sizi gerçekten görüyor”, “başkaları ve doğru bildiği şeyler için mücadele ediyor”, “olduğundan daha güçlü” ve tabii ki; sevimli bir orta sınıftan geliyor. (3)
Biden’ın en önemli başarılarından biri gözardı edildi
Kongrenin son akşamında yaptığı konuşmada – Cumhuriyetçi rakibinin kendi kongresinde yaptığı konuşmanın yarısından da kısa sürdü (xx sayfayı okuyun) – kendisiyle özdeşleşen kahkahalarını atmaya ara veren Harris, ciddi ve odaklanmış görünüyordu. Coşkulu bir dinleyici kitlesinin önünde, kriz geçiren bir hastayı yatıştırmaya çalışan bir ilk yardım görevlisi gibi sakin bir ses tonuyla konuştu. Ancak bu kırk dakika, inanılmaz bir konu çeşitliliğini ele almasına yetti. Trump’ı demokratik ilkelere ve ulusal çıkarlara aykırı davranmakla suçladıktan sonra daha güçlü bir ordu, daha iyi korunan sınırlar ve Çin’e karşı daha sert olunması çağrısında bulunarak Trump’ı sağ kanattan vurdu. Ardından da herkese her şeyi vaat etmeye başladı: Tüketiciler daha düşük fiyatlar görecek. Start-up’lar sermayeye daha kolay erişebilecek. Emek ve sermaye el ele gidecek. Konutlar artık satın alınamaz olmayacak. Hepsi bu kadar da değil: Bireysel silahlanmaya karşı daha sert olacak, daha temiz havayı garanti edecek, Gazze’deki savaşı sona erdirecek, İran’a karşı güçlü bir duruş sergileyecek ve dünyanın her yerinde “zorbalıkla” mücadele edecek… Ona oy vermek size “bu dünyadaki en büyük ayrıcalığı” kazandıracak: “Amerikalı olmanın gururu…”
Demokratların vaatleriyle alay etmek kolaydır; zira söylemleri kendi kendilerinin parodisidir. Ancak şu gerçeği hatırlamak gerekir: Etkisiz olarak görülen Biden, sendikalar için son on yıllarda görev yapan başkanlardan çok daha fazla şey yaptı. Altyapı ve sanayiye muazzam yatırımda bulundu. Bu tartışmasız gerçekler kongre boyunca birkaç kez dile getirildi. Ancak en iddialı ve vizyoner başarılarından biri olan, kırk yıldır atıl durumda olan anti-tröst yasasını nihayet yürürlüğe koyması neredeyse tamamen göz ardı edildi. Adalet Bakanlığı’nın, tekellerin en büyüğü olan Google’a karşı kazandığı son zaferden hiç bahsedilmedi. Çok uluslu şirketlerin gücünü kırmanın açıklaması zor bir konu olduğu ya da bu durumun partinin bağışçılarını rahatsız edebileceği düşünülmüş olabilir.
Kongre salonunun önündeki Gazze protestosu
Demokratların üzerinde durmaya doyamadıkları bir konu varsa o da ahlaki niteliklerinin boyutlarıydı. Kamala Harris gibi kendilerinin de nasıl iyi birer insan olduğunu göstermek için yaptıkları iyi işleri ortaya döktüler. Aileleri çok çalışmış ve onlara doğru değerleri aşılamıştı; kendileri de hep doğru şeyler yapmış, hedeflerinden asla sapmamışlardı; şu ödülü almışlardı, bir de bu ödülü…
Ancak tüm bu şekerlerin tadının aniden kaçması için temiz havada geçirilen birkaç dakika yetti. Kongrenin üçüncü gününde, kefiye giymiş bir kadın caddenin ortasında, polis kordonunun hemen arkasında oturuyordu. Elinde büyük bir megafonla, Gazze’deki İsrail saldırılarında öldürüldüğünü iddia ettiği çocukların isimlerini sıraladı ve belli aralıklarla duraklayarak sorumluları işaret etti: “Amerika Birleşik Devletleri ve daha spesifik olarak Demokrat Parti. Siz delegelerin, hepinizin ellerinde kan var” diye bağırdı.
Bu sahneyi izlerken, saatler boyunca sergilenen sarsılmaz birlikteliğe, kendi yüceliğinizi överek geçirdiğiniz festivale maruz kaldıktan sonra kapıdan çıkar çıkmaz vaazın tersine döndüğünü, birden iyiliğin değil kötülerin temsilcisi olduğunuzu öğrenmenin nasıl bir duygu olduğu merak etmemek elde değildi. Eylemci kadının yanından geçen ilerici insanlar kendilerine söylenenleri sorgulama eğiliminde miydi? Şimdiye dek sahip oldukları erdem imajı bulanıklaşmış mıydı?
Harris temel meseleler konusunda nerede duruyor?
Trump ve Harris, iki buçuk hafta sonra bir televizyon tartışmasında karşı karşıya geldi. Şaibeli iş insanına sürekli tuzaklar kuran Demokrat aday, rakibini kışkırtarak kendisini savurmaya zorladı ve zaman kaybettirdi. Cumhuriyetçi aday da her seferinde bu tuzaklara düştü. Rakibiniz servetinizin büyük bölümünün babanızdan geldiğini ya da düzenlediğiniz mitinglere katılan destekçilerinizin çok sıkıldıkları için alandan erken ayrıldığını iddia ettiğinde nasıl yanıt vermezsiniz? Trump milyarları ve toplantılarıyla gurur duyuyor; bunlar başarısının kanıtı! Kendisi bu konularda boşa vakit harcarken açık açık gülen Harris, izleyicilere anlamlı bakışlar atıyordu.
Yorumcu kesimi için siyasette önemli olan tek şey bu hilelerdir ve istisnasız olarak hepsi, Harris’in öfkeli rakibinin dengesini bozma becerisini övdü. Ancak Harris’in kullandığı hileler, sadece lisedeki güzel konuşma dersinde öğrenilen tekniklerdi. Bunlar, rakibinizin konuşma süresini tüketmek için kesinlikle faydalıdır ancak bir münazaranın nihai amacı bu değildir. Münazara, kamuyu ilgilendiren önemli konuların mümkün olan her açıdan incelenmesi için bir fırsat olmalıdır.
Peki Harris ülkenin karşı karşıya olduğu temel meseleler konusunda nerede duruyor? Sol görüşlü destekçileri, önemli konular hakkında ya çok az şey söylemesinden ya da hiçbir şey söylememesinden yakınıyor. Cumhuriyetçiler ise onun tıpkı gömlek gibi fikir değiştirdiğini, 2019’da solda kampanya yürüttükten sonra şimdi ılımlı bir pozlar verdiğini söylüyorlar. Demokratların bir zamanlar şeytani bir deha olarak gördüğü eski Cumhuriyetçi başkan yardımcısı Dick Cheney’nin destek açıklamasını memnuniyetle karşılaması dikkat çekti. Ekonomik programı için seçtiği isim olan “fırsat ekonomisi”, garip bir şekilde Cumhuriyetçi Ronald Reagan ve Newt Gingrich’in on yıllar önce en önemli önerilerine verdikleri ismi anımsatıyor: “Fırsat toplumu.” Dikkat çeken bu ideolojik kafa karışıklığı, Harris’in kampanyasının aceleyle yapılmış, düşünülmemiş ve inançsız bir proje olduğu izlenimi bırakıyor.
Uzmanların bir numaralı takıntısı olan Trump tehdidi ve kürtaj konusu
Televizyon tartışması sırasında, Demokrat aday sadece iki konuda kendini gösterebildi ve etkileyici bir şekilde konuştu. Bunlardan ilki elbette dokuz yıldır Amerikalı uzmanların bir numaralı takıntısı olan Trump tehdidiydi. Harris, bu konuyu acımasız bir kararlılıkla ele aldı.
İkincisi ise merhametli ve tutkulu bir tavır sergilediği ve aynı zamanda önemli bir retorik zeka ortaya koyduğu kürtaj konusuydu. Üyelerinden üçü Trump tarafından atanan Yüksek Mahkeme, kürtajı federal düzeyde serbest bırakan “Roe vs Wade” kararını iki yıl önce geçersiz kıldı ve sonuç olarak pek çok eyalette kürtaj yasadışı hale geldi. Harris bu konuda şunları söyledi: “Bunun ne demek olduğunu iyi anlamak gerekir. Bedenine yönelik bir ihlalin, bir suçun kurbanı, bedenine ne olacağına karar verme hakkına sahip değil. Bu, ahlaka aykırıdır. Trump’ın bir kadına bedeniyle ne yapacağını söylemeye hakkı olmadığını kabul etmek için inancınızdan vazgeçmeniz gerekmez.”
Ekonomik programı tam bir karmaşadan ibaret
Başkan Yardımcısı’nın, ev sahipliği, paylaşım, ticaret gibi ekonomik konulara geçilince rahatsız olduğu görüldü. Enflasyonla ilgili soruyu, küçük işletmeleri gerçekten çok sevdiğini söyleyerek hızla geçiştirdi. Neden? Çocukken annesinin çok yakın bir arkadaşı küçük bir işletmeyi yönetiyormuş! Bu kaçış tarzını açıklamak için en olası varsayım, bu konularla gerçekten ilgilenmediğidir. İnternet sitesinde sunulan ekonomik programı, her türden vaat ve Biden yönetiminin başarıları hakkında büyük genel ifadeleri içeren bir karmaşadan ibaret. İyi olan her şeyin yanında, kötü olan her şeye karşı. Karmaşık fikirler yok: Her şey yoluna girecek…
Bir Demokrat siyasetçinin boş konuşma derecesini ölçen nesnel bir kriter vardır: “Yenilik” teriminin konuşmalarında ne sıklıkla yer aldığı. Barack Obama bu kelimeyi çok severdi, tıpkı Clinton çifti gibi. Yenilikten bahsetmek, bankalar için elverişli ekonomik politikaları, ilerici, hatta radikal görünen bir kavramın ardına gizlemeye olanak tanır. Yorumcu kısmı da yeniliğe tapar; bedeli ne olursa olsun, ne kadar çok yenilik varsa o kadar iyidir. Bu sihirli kelimenin arkasına saklanan liderlerimiz, vergileri düşürmüş, sonra daha da düşürmüş, mali piyasaları serbest bırakmış, Silikon Vadisi şirketlerine büyük kolaylıklar sağlamış ve ilaç endüstrisini korurken daha savunmasız sektörleri yıkıcı rekabete maruz bırakan serbest ticaret anlaşmaları yapabilmişlerdir.
Harris’in yeniliğe olan bağlılığını gösterecek zamanı henüz olmadı; tartışma sırasında bu kelimeyi sadece bir kez kullandı. Ancak Ticaret Bakanı Gina Raimondo bu konuya “takıntılı” olduğunu ve “milyarderlere ve büyük sanayi gruplarına” daha ağır vergiler koyarken yeni kurulan şirketleri ve küçük işletmeleri desteklemeye devam edeceğini söyleyerek bizi rahatlatmaya çalıştı. (4) Yenilikçilik vurgusu ilk kez bir vergi indirimi yerine bir vergi artışını meşrulaştırmak için kullanılıyor ancak bazen bir kelimenin büyüsü sınır tanımaz.
Trump tehdidi kesin olarak ortadan kalktığında…
Geçen Ağustos ayında New York Times’ta yayımlanan bir köşe yazısı, bu yenilik takıntısının ne anlama gelebileceğinin ipuçlarını veriyor. (5) Makalenin yazarı, risk sermayedarı Reid Hoffman, Harris’in Silikon Vadisi hakkındaki bilgisi sayesinde gerçek bir “iş dünyası yanlısı” seçim olduğu konusunda bizi temin ediyor. “Popülist” Başkan Trump, Amazon’a anti-tröst davası açma tehdidinde bulunmuş, bazı “sembolik” şirketleri eleştirmiş ve ticaret savaşları başlatarak iş yapma düzenini bozmuşken, Biden yönetiminde borsa rekorlar kırdı ve yatırımcıların yüzü güldü. Elbette, tekel karşıtı yasaların titiz bir şekilde uygulanması gibi girişimler “yenilikçilere” zarar verebilir ancak Hoffman, “yeniliğe odaklı” bir Harris yönetiminin bu durumu durduracağından kuşku duymuyor.
Harris’in başkanlığının nasıl olacağını düşünürken tahminlerden öteye gidemiyoruz. Kendi adıma, Biden yönetiminin en vizyoner ve canlandırıcı unsurlarının yavaş yavaş kaybolacağına bahse girebilirim. Trump tehlikesi kesin olarak önlendiğinde – 2024’de yeniden seçilme ihtimali düşük olduğundan – Demokrat geleneğin popülist unsurlarına verilen destek azalacak. Sendikaları güçlendirmeye ve tekellerle mücadele etmeye yönelik neo – Roseveltçi tedbirler unutulmaya yüz tutacak, yenilikçilik slogan haline gelecek. Askeri harcamalarda artış, Silikon Vadisi’ne uygun bir yasal çerçevenin geliştirilmesi ve Demokrat Parti’nin yüksek eğitimli sınıfların çıkarlarına, görüşlerine ve ahlakına daha fazla odaklandığını görmemiz muhtemeldir.
Geçen on yıllar, bize Demokratlardan fazla bir şey beklememeyi öğretti. Kasım ayında elde edecekleri zafer, en azından Trump döneminin sonunu işaret edecektir. Belki de şimdilik beklenmesi gereken tek şey budur.
(1) Bkz. Thomas Frank, “Le Populisme, voilà l’ennemi !”, Agone, Marseille, 2021.
(2) Robert S. McElvaine, “‘Liberals go back to the flag’ 40 years later”, Musings & Amusings of a B-List Writer, 22 Ağustos 2024, https://robertsmcelvaine.substack.com
(3) Babası Stanford Üniversitesi’nde emeritus ekonomi profesörü. Biyoloji doktoru olan annesi ise ünlü bir federal araştırma laboratuarında çalıştı. Harris, başta Kaliforniya Üniversitesi’ne ev sahipliği yapan ve dünya çapında ilericiliğiyle tanınan Berkeley olmak üzere üniversite kentlerinde büyüdü.
(4) “Harris campaign : I don’t think the American public are interested in the minutiae of the mechanism of how she’ll increase taxes on billionaires”, RealClear Politics, 9 Eylül 2024.
(5) Reid Hoffman, “Why Silicon Valley should get behind Kamala Harris”, The New York Times, 3 Ağustos 2024.